Ve onun için bundan sonra yapacağım hiçbir görsel şeyde tüm hakları bana ait olmadıkça 3, 4 yılı daha harcamak istemem. Bir de düşünün o film değerli Abidin Dino’nun dediği gibi bu türlü önemli etkinliklerde yol almasaydı? Sonunda ‘insan ruh veremi olur’. 3.5 yılı da böyle uçar gider filmle. Tabi müzik de gitmiş, pat diyor müzik atlıyor. Benim ilk yönetmenlik serüvenimin sonu bu.
Bizim iki arkadaş bir saflığımız olmuş, “film çekelim” demişiz. Tamam, o zaman siz yapımcılar da saygı gösterin. Bir film 110 dakika olmayacakmış. Ölçü 90 dakika. Her film 90 dakika olacak. Zaten insanlar da öyle bir hale gelmiş ki 2 saatlik filmi seyredemiyorlar. Sanki çok büyük iş- leri var. Eve gidip televizyona bakacaklar. Bu, kalabalığa hızlı servis bir anlamda. Ben o kalabalığın içinde değilim. Biliyorum ki bazı kişilerde değil, iyi ki değil. Şimdi bir film daha çek diyorlar, Nasıl, hangi koşullarda? Bana değerli yazar Vedat Türkali de demişti ki “Bak Füruzan sen şimdi bir film yaptın, film de kendine çok iyi şanslar yakaladı, aman ha şimdi bir tane de yaparsan beş senen daha geçer, benim gibi seksenlerinde kitap yazmaya başlarsın. Hiç vaktin kalmaz” dedi.
Şimdiye kadar iki kitabınız sinemaya uyarlandı. Siz kendi kitaplarınıza baktığınızda bir yapımcı olsaydınız ya da paranız olsaydı hangi kitaplarınızı filme çekmek isterdiniz?
Son kitabımdaki Sevda Dolu Bir Yaz’ın film olmasını çok isterdim. Çünkü çok etkili bir film olabilir diye düşünüyorum. Ama eksiksiz gür bir prodüksiyon gerekiyor. Hem bir zaman filmi, hem o dönem yaşamış karakterlerin iyi yorumlanabildiği film olarak.
Sinema kurmacaya dayalı bir sanat. Siz kitaplarınızı nasıl kuruyorsunuz? Nasıl bir yazma pratiğiniz var?
Bunun yanıtı sanırım şöyle. Hayatın bütün sahneleri iç içe geçtiği zaman bir kurgu oluyor. Hangi sahneler bunlar? Mekân, kokular, zaman, ışıklar, insanların oradaki var oluş biçimleri, ilişkileri, o var oluşun karmaşıklığı ve geçtiği yollar. Bunların hepsi orada bir kitapta edebiyatta yer alıyor diye düşünüyorum.
Sinemayla olan bağlarımı sakınmasızca anlattım fakat edebiyatçılığımı anlatmakta o kadar başarılı olamayabilirim. Çok ayrıntılı yazdığım söylenir. Ama şurayı bulunduğumuz yeri bile ayrıntısız anlatamazsınız. Ki çoğunluğu yapay malzemelerden üretilmiş oturmalıklardan, mikrofondan diğer araç gereçlerden oluşan bir salon burası.
Zamanın gizlenemediği yerlerden biri, çoğu günümüz malzemesidir çevremizde. Yine de bütün kesitleri, renkleri söylemeden burayı betimlemeniz, fotoğrafla değilse eğer, zordur. Onun için ayrıntılar önemli. Dediğim gibi, mevsimler, koku… Yani hepimizin hayatında önemli olan zamanın zenginlikleri, hüzünler, mevsimler fark ettiğimiz ölçülerde önem kazanan bütün şeyler. Belki ben bu katmanları çok yoğun duyumsuyorum. Yazım biçimime gelince bütün şeylerde olduğu gibi edebiyatta da eksiksiz çok iyi bir matematik kurmak lazım. O matematiği ister istemez kuruyorsunuz. Çünkü sanat bütünlüğü olmadığı zaman, sanat olmuyor.
Edebiyattaki gözlem gücü ve kurmaca faktörü hep ilgimi cezbeder. Mesela mekân kullanımında. Nasıl olur da daha önce o mekânda bulunmadan o kadar ayrıntıya girilebilir?
Onun için örneği kendimden vermeyeyim. Balzac, Boulogne ormanlarına hiç gitmemiş Paris’te yaşadığı halde. Ama Boulogne’u en iyi anlatan yazarlardan biri denilir. Bizim önemli yazarlarımızdan Orhan Kemal ve Kemal Tahir böyle bir konuda tartışıyorlarmış. Orhan Kemal galiba “Baba olmayan babayı yazamaz” deyince Kemal Tahir de şöyle bir cevap vermiş “Goriot Baba’yı yazdığında Balzac baba mıydı?”. Sanatta bu türlü tanımlar da var, ama bu tür yaklaşımlara doğru değerlendirmeler diyemem. Suç ve Ceza’da Raskolnikov tefeci kadını öldürdüğü zaman Dostoyevski katil değildi. Yani çok çoğaltılır bu tür örnekler. Flaubert’i de anımsayalım “Madem Bovary benim” demesi gibidir kurgu.
Çok hayal kırıklığı yaratan örnekler de var. Kitabı okuduğumuzda çok güzel kitap, ama sinemada gördüğümüzde hayal kırıklığı. Bazen tersi de olabiliyor sinemada. Ender, evet ama yetkin başarılı örnekler de var, ama ne yazık ki azınlıkta.
Çok az evet. Siz nasıl buluyorsunuz bir edebiyatçı olarak bu aradaki ilişkiyi? Başta Hamlet örneği var dediniz. Aklınıza gelen başka örnekler var mı?
Eskilerden de, yenilerden de var, yeni örneklerden çok iyi olanlar var. Germinal’i (Yön: Claude Berri, 1993) çok başarılı bulmuştum ben. Hem duyarlı hem başarılıydı. Gerçekten de Emile Zola kalksa görse kanımca diyebilir ki işte film olarak Germinal’dir. Bir de Murnau’nun filmlerini Nosferatu’sunu önemli buluyorum ben. Çünkü dışavurumcu Alman sinemasını çok seviyorum. Dışavurumcu Alman sineması kendi dönemini gelmekte olanı faşizmi resmi de öyledir onların çok güçlü hissetmiştir. Ben dünya sinemasına baktığımda, dönemlerini başarıyla vurgulayabilmiş ülke yönetmenlerini özellikle önemsiyorum. Tarihlerine yönelttikleri eleştirel bakışın hayatla örtüşen akı- şı sanatla donandığında etkili ve unutulmaz oluyor. Dışı vurumcu Alman sinemasından Fritz Lang, Ernst Lubitsch ve diğerleri asla eskimeyecekler kanısındayım. Örnekler çoğaltılabilir yeni gerçekçi İtalyanlar, Sovyet sinemasının büyük adları, Fransızların yeni dalgacıları… Yaşadıkları çağın toplumsal algılarını filmlerindeki bireylere aktarırken bizlere nasıl zengin, önemli kayıtlar bıraktıklarına o filmleri her izleyişimizde tanık olabiliriz. İspanyol sinemasının unutulmayanları Endülüslü Köpek (Un Chien Andalou, Yön: Luis Bunuel,1929), Altın Çağ (L’Âge d’or, Yön: Luis Bunuel, 1930).
Bunuel ve Dali’nin, arkadaşlarının arasında kimler yok ki, Max Ernst, Stravinski, Lorca, Dessau, şair, yazar, müzikçi adları peş peşe gelebilir. Hiçbiri, özellikle de Bunuel ortaçağ kalıntısı hiç bir anlayışa dayanmıyordu. Kilisenin dogmalarına sürekli karşıydı. Gerçeküstücülü- ğün altın çağı, ilk adamları… Hâlâ daha aşılmış bir sinema örneği değildir. Bu başarıları kendi ülkeleriyle, dünyayla olan zihinsel ilişkilerine bağlı. Çünkü sanat bellekle, birikimle, akılla yapılan bir şey. Bütün gördüklerinizi yaşananları, olayları topluyorsunuz, onların bir sağlamasını yapıyorsunuz.
Bir sanat davetiyle Almanya’da iki yıl bulundum. Televizyon sık sık Nosferatu’yu (Yön: F. W. Murnau, 1929) oynatır. Hatta ben başta, “Ya bu kan içen adam yine mi çıktı ortaya?” diyordum. Bir gün “Yeniden bir seyredeyim” dedim. İzleyince böylesi acıklı bir varlık olamaz diye düşündüm. Gece kalkıp insan kanı içerek yaşayan bu adamın şanssızlığı, dokunaklı çaresizliği sarsıcıydı. Bunu nasıl başarmıştı? Murnau ‘Erken Alman sineması’yla dikkatle ilgilenmeme neden oldu. Dr. Caligari’nin Kabinesi (Das Cabinet des Dr. Caligari, Yön: Robert Wienne, 1921) gibi filmlerle. O zaman anladım ki bütün bu duygular, bütün bu yaklaşımlar çok değerli bir birikimin ödünsüz bir tartışmanın sonuçlarıdır.
Sinemayı o açıdan önemli buluyorum. Eski bir örnek verdim ama günümüzde herkesin bol bol kan içen vampir adam filmi çektiği dönemde, Murnau’nun filmi farklı bir bütünün içinde işlenmiş, ekspresyonist sinemanın büyük filmlerinin içinde yerini alıyor. Şuna buna öykünerek, benzeterek değil, kendine ait olarak sağlam bir yer alıyor.
Türk sinemacılarının Türk edebiyatını ne kadar kullandığını düşünüyorsunuz?
Halit Refiğ’in de bir iki çalışması var, Aşk-ı Memnu (1975) televizyon dizisi değil mi? Ben görme fırsatını bulamadım hâlâ ama iyi konuşuluyor hakkında. Değerli bir yönetmendir Refiğ elbette o duyarlılığı yakalamıştır, çünkü önemli bir romandır Aşk-ı Memnu. Gerçek bir yazarın, Halit Ziya’nın kitabı. Onun dışında Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray, 1981) ve Ağrı Dağı Efsanesi (Memduh Ün, 1975) eserleri var. Anayurt Oteli’ni de (Ömer Kavur, 1987) beğeniyorum. Zaten yazarın kendisinin, Yusuf Atılgan’ın da beğendiği biliniyor. Çok iyi yapıldığını söylemiş.
Tabii iki ayrı dil var ortada. Bir metni görselleştirmek, okurun elinden onun ilerleyeceği özgür bir yolu almanız demektir. Bir kitapla bir okur, bir yere doğru yol alır. Deminden beri konuştuğumuz, yineleyip vurguladığımız şey: “Sizin birikiminiz doğrultusunda okuduğunuz kitap size ufuk açar, yollar açar”.
Sinemada öyle değil, daha önce okumuş olduğunuz bir şeyi somutlaştırıyor, coğrafyasını, kentini, zamanını yüzlerini getiriyor.
Benim Sinemalarım için aldığım eleştiriler çoğunlukla okurlarımdan geldi. “Biz Nesibe’yi öyle düşünmüyorduk, istemiyorduk Nesibe’nin yüzünü görmek” dediler. Ama sinemada zorunlu olarak resimliyorsunuz çünkü sinema resimlerle anlatan bir sanattır.
Görsel bir malzemeden zihne doğru dönmek, sinemacının iç enerjiyi ne boyutta yoğunlukta verebildiğine bağlı. Bir de sizin bunu ne kadar alabildiğinize. Bu zor bir şey. Ben öyle düşünüyorum. Zaten başarılan örnekler de az olduğuna göre. Hele ‘Anayurt Oteli’ üstelik daha çok zihinsel bir metindir. Düşünce, değişim, kendini kaybetme. Yani gazete haberi olmayan bir film. Olaylara dayanmayan durumları ele alan filmler zorlayıcıdır. Böyle bir senaryonun çekimi her zaman titizlik ve düzey ister. Çünkü sinemada alışılmış bir şey var, “Müthiş bir konu buldum ben bunu çekeceğim”. O müthiş konu genellikle ki o da eleştirilemez bir olayın oluşumu, bir kişinin vurgulanmasından ibaret. Belki o tür bir konuyu çekmek daha kolay. Ama dediğim gibi iç enerjiyi, pathosu anlatmaktır asıl bence zor olan.
Bugün görülecek olan filmi4 ben aşkla seyrettim. Sevdiğim bir film oldu. Neden? Bir kere başarılı. Edebiyat uyarlaması bu da. Bohumil Hrabal’ın. Aynı yazarın bir de Sıkı Kontrol Edilen Trenler’i vardır, çok güzeldir.
Bu Doğu Avrupa edebiyatı bizim fazla yakınlaştığımızı sanmadığım bir edebiyat. Ama özgün, güçlü, başarılı bir edebiyat. Hele mizahları ayrıca güçlü. Bu adamların mizahında böyle yerlere düşerek gülmek yok. O trajikomik denen olgunun çok ince bir çizgisi var. Bunu iyi, etkili bir bi- çemle yapıyorlar. Doğu Avrupa böylece bu kendine ait olağanüstü mizahı ‘satir’i meydana getiriyor. Son günümü bu filme ayırmıştım geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde. Filmden çıkarken dövünerek çıktım, “Ben bunu baştan niye görmedim, ben bu filmi niye sona ayırdım, üç defa görmeliydim!” diye. Çünkü bu adamlar sizi güldürürken, o kadar insani bir sıcaklığı da taşıyorlar ki, içinde kaçınılmaz bir hüzün de var tıpkı hayat gibi.
Bu tür trajikomik yapı hiç de kolay elde edilir bir şey değil. Ya durum komedisi yaparsınız, herkes kahkahalarla düşer kalkar yahut tuhaf kaba diyaloglar olur, o da size ters gelir gülersiniz. Burada o yok. Bir de kadınlara bu kadar güzel bakan bir yazar ve yönetmen, nasıl böylesine duyarlılıkla konuyu ele alırlar önemli bir sorudur… İnanılmaz bir şey. Kutuların içinde ipeklerle büründürülmüş, saklanmış size benzersiz çiçekler sunuyormuş gibi. Ve bu sunulan kadınlar parayla yatılan kadınlar, ama hayata bir başka türlü gözlükle bakıyorlar. Düşünebiliyor musunuz başkahraman adam hapisten çıkarken şöyle diyor. “Ne kadar şanslıyım on küsur yıl içerde yatacaktım ve bir hafta önce dışarı çıkarıyorlar”. Bu müthiş bir şey. Belli bir sistemi eleştiriyor ama o eleştirilen sistemin içindeki eleş- tiren de eleştirilen de bir arada, o kadar insani gariplikler yaşıyorlar ki bir erk varsa erke boyun eğen de komiktir erk de komiktir dedirtebiliyor size.
Ben Doğu Avrupa sanatını edebiyatını, Macarlar da dâhil, beğeniyorum. Mesela son dönemde bir Romen filmi vardı: Bükreş’in Doğusu (East of Bucharest, Yön: Corneliu Porumboiu, 2006) böyle yalın bir film nasıl oluyor da, böylesine etkili olabiliyor. Çok sade, hem de büyük yatırımlar yok, Amerikan filmlerindeki gürültü patırtı, bunların hiç- biri yok. Siz oturuyorsunuz ve karşıda size bir kapı açılı- yor. Belki yaşamadığınız bir dünya ama onu hemen tanımaya başlıyorsunuz. Ve tanıdıktan sonra hareket ediyorsunuz. Bütün sanatlar buna yarar. Yani görüp orada bırakıp çıkmaya unutmaya engeldirler.
Şu anda yeni Türk sinemasına baktığımızda ana akım sinemasında Çağan Irmak, Yavuz Turgul gibi daha dü-zeyli örnekler var, ama özellikle daha bağımsız filmler yapan yönetmenlere baktığımızda Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi dünya sinemasında da tanınan, takip edilen yönetmenler var. Kitaplarınızdan hangileri filme çekilsin diye sorduk, ama şimdi benim sorum şu: Hangi yönetmen sizin kitaplarınızı uyarlasa sevinirdiniz?
Ben pek çoğunu beğeniyorum. Geçenlerde galiba Yumurta (Yön: Semih Kaplanoğlu 2007) filmiyle ilgili Sinan Çetin “Bu festivallerde öyle filmleri seçiyorlar ki içeri girerken bir hanım kocasına, bu festivalde ödül alan filmlere beni bir daha getirme dedi, Sinan Çetin ‘çok kötü oluyor filmler’ dedi” demiş. Sinan Çetin de Yumurta’dan böyle bahsederse… Sonra Sinan dönüyor diyor ki “Ben haksızlık ettim orada, onu demek istememiştim!”
Festivallerde bir jüri vardır, bunu hiç unutmamak lazım, jürinin değerlendirmesidir o. Bunu önden böylece kabul etmiş olursunuz. İtiraz etmek, vay efendim bu ne bi- çim seçim demek yersizdir abestir.
Sinan Çetin’i sinemayla uğraşmış, şu anda yapımcılık yapan sinemadan biri olarak tanıyoruz. Ama Semih Kaplanoğlu’nun filmini eleştirmek nereden çıkıyor?
Yumurta başarılı bir film. Kalabalıklar gitmiyor olabilir. Kalabalıklar benim kitaplarımı da harıl harıl almıyorlar. Alsalar da “Aman Füruzan çıkmış, kim bilir neler neler yazmıştır” denecek hiç bir şey yazmıyorum kanısındayım. “Ben bunları yazmalıyım kesinlikle” dediğim şeyleri yazıyorum. Beğenirler beğenmezler, bir şeyi bir sanat yapıtını ortaya bıraktığınızda o her türlü görüşe açıktır. Ama o her türlü görüş içersinde yazar kendi özgün dünyasına baktığı açıdan o görüşlerin kimini önemser kimini önemsemez.
Semih Kaplanoğlu’nun bir filmini görmüştüm, Herkes Kendi Evinde (2001). O da önemli bir filmdir. Bazı filmlerde sekans hatırlarsınız. Filmde iki adamın lokantada buluşup konuşması var. Biri komünisttir Sovyetler’e gidip geri dönmüştür, öbürü hiç bir yere gitmemiştir. Filmdeki o bö- lümü aynen hatırlıyorum. Film başarılıdır. İçinde yer yer eleştireceğimiz şeyler olabilir. Yumurta da bence başarılı- dır. Kaplanoğlu kendi sinema dili içinde belli bir olgunluğa gidiyor.
Herkes ilk filminde en başarılı film çekmiyor. Öylesi de var elbette ama olmayabiliyor. Yani dışarıdan sanata kurallar getirmek, böyle böyle yapılmalı, kurallar bunlardır demek yanlış, yersiz. Piyasanın filmi olur herkes gider, ona kimsenin bir şey dediği yok. Keşke bütün o filmler daha çok para kazansa da bir sinema sanayi kurulsa. Herkes bir film çekmek için 2 sene, 3 sene para arıyor. Yazık değil mi, bu kadar yetenekli insanlar niye öyle çabalasınlar? Dışarıda festivallerden ödüller alıyorlar, Oscar hariç ,Oscar çok mu önemli?
Sinema bir sersemletme makinesi mi olsun, öyle mi isteniyor? Gireceksiniz içeri, müthiş gürültülü, kanlı bir kargaşa olacak karşınızda, parça parça seslerle, bedenlerle çıkacaksınız. Ah ne kadar eğlenceli! Bütün hayatı böyle yaşamak isteyenler için dünya kadar film yapılıyor. Her yıl ABD nerdeyse milyonlarca film çıkarıyor.
Adamlar dünyada bütün iletişimin tüm işitsel, görsel, büyük küçük bu tür aygıtların aklınıza ne gelirse toplamı- nın % 97’sini ellerinde tutuyorlar. Daha ne diyeyim? Ne demek bu rakam bir düşünelim % 97! Dehşet bir şey.
Durmadan gişe filmi sanat filmi bu böyledir şöyledir diyoruz? Tıpkı başta dediğim gibi beğendim beğenmedim. Bu tür değerlendirmelerimizi açıklamalıyız, bir sözcükle geçiştiremeyiz. Hayat bu kadar kolay yaşanıyorsa öyle ya- şayanlara çokça gişe filmi var. Yukarda değindiğimiz yönetmenlerle ben de çalışmak isterim. Yalnız onların kendi senaryolarını oluşturmaları bana daha doğru geliyor.
Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan sineması için ne düşünüyorsunuz?
Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’sinden sonra gördüğüm (çünkü onu da senaryo, diyaloglar, anlatım olarak gerçekten beğenmiştim) Beş Vakit’i (2006) de çok başarılı. Özgün bir sinema oluşturma çabasındalar. Zeki’de öyle. Konvansiyonel bir sinema yapmıyorlar. Bu yaklaşım benim sanatlardaki etik anlayışım açısından çok önem ve değer verdiğim bir yaklaşım. Bu arkadaşlar bunca çaba sonucu güzel çalışmalarını sürdürürken, ne olursa olsun sinemadan caymazken filmlerine çok alttaki bir çizgiden başlamadılar, gittikçe de yükseltiyorlar. Bu yönetmenler filmlerimiz çok gişe yapmıyor diye gişe filmlerine mi yönelsinler? Benim aniden biraz daha para kazanmak için, şimdi artık ne modaysa o konulara yönelip yazmama benziyor bu. Hayır, bir de ben bu tür bir şeyi beceremem inanın ki. Bazen düşünüyorum nasıl yapılıyor acaba? Uyduruk ızdıraplar, abartılı cinsel şeyler…
Çok ilginç bulduğum bir şey anlatayım. Demişler ki “Füruzan’ın edebiyatında cinsellik yoktur”. “Haydiii, nerden çıktı bu laflar?” diye şaşıp kalmıştım. Ben edebiyatımda cinselliği de anlattım zannediyordum demek ki yanılmışım. Daha yoğun acaba nasıl olacaktı?
Benim tuhaf bir anım var. Berlin’den Amsterdam’a gittik arkadaşlarla. “Ben hayatta porno görmedim. Buralarda oynuyormuş görsem” dedim. Bilgim olacak ya her olan bitenden, ben meraklıyım ya! Yılmaz Özkan arkadaşım dedi ki “Bak biz seni oraya sokarız. Hemen çıkarsan pasta paranı sen verirsin”. “Yok dedim ben pekâlâ seyrederim, niye seyretmeyeyim. Ben sabırlı bir seyirciyimdir”. Onlar olacakları belli ki biliyorlar ama ben aymadım: “Biz seni burada bekleriz” diyorlar. “Beklemeyin, bu ne kadar sürer, en az 45–50 dakika, beklemeyin kanalın kenarında” dedim. İçeri girdim. Loş her yan. Küçük bir perde. Fakat salonda oturanların her biri mumya gibi kıpırtısız. Çok tuhafıma gitti. Hiç hareket yok. Herhalde öyle oluyor burası dedim. Daha sahneyi görmüş değilim. Ben önce bu kıpırtısızlığı izledim. Sonra bir yere oturdum. Bir koltuk arayla yanımda bir adamla bir kadın oturuyor, onlar da gerçekten mumya gibi, kasılmışlar. Perdeye baktım şöyle, bir irkildim ne görüyorum diye. Kadın ve erkeklerden ibaret bir sakatat grubu devinip duruyordu karşımda. Tüm iç organları dışına çıkmış gibi. Bu feci bir şey. İnsan bedenini böyle görmek nasıl olabiliyor. Korkunç geldi bana. İnanın iki dakika geçmedi. Nasıl dışarı attım kendimi bilmiyorum. Bu mu? İnsanı, cinselliği, kösnüyü böyle mi anlatacağız? İnsan kendi sevgisiyle birlikte, kendi vücuduyla birlikte kendi var oluşunu tayin eder. Bu kadar aşağılayarak olmaz. Cinsellik de etkili bir şeydir. Ama benim edebiyatımda yokmuş, ee bizden bu kadar!
Hiç jüri üyeliği yaptınız mı? Biraz onlardan anılar, anekdotlar alsak sizden.