Zafer Algöz: Arif V 216’ya kötü diyenlerin ruh sağlığını gözden geçirmesi gerekiyor
“Haşırt Dı Bilekbord” kitabı ile büyük beğeni toplayan Ünlü Aktör Zafer Algöz ikinci kitabı “Ke$ On Dı Teybıl” ile tekrar okurlarıyla buluştu. Biz de onu MAG Okurları ile buluşturduk…
Söyleşimizde Ankara’dan hep özlemle bahseden Algöz; ikinci kitabında da anlattığı gibi kariyerinin başlarında en güzel hikayeler biriktirdiği anılar Cebeci sokaklarında geçmiş… Ankara’nın kendisi için yerini şu sözlerle ifade ediyor: “Pek gidemesem de Ankara’yı hep sevmişimdir. Belki de okulumu çok sevdiğim için şehri çok sevmişimdir.” Şimdi Mamak Belediye binasının zamanında konservatuvar binaları olduğundan yeni kitabında özlemle bahsediyor.
Tiyatronun, sinemanın üstadları ile birkitirdiği anılarını kaleme alan Zafer Algöz, hem güldürüyor hem de bilinmedik dünyalara yolculuğa çıkarıyor. Büyük bir tevazuyla, “Yok üstat değilim” diyen ve her yaptığı işte efsane olan bu güzel insan ile dopdolu bir sohbet gerçekleştirdik…
Kitabınızda da bahsettiğiniz gibi Candaş Tolga Işık yazmaya teşvik etmiş ancak hep yazmak gibi bir hayaliniz var mıydı? Bu kadar hikayeyi satır aralarına kadar nasıl hatırlıyorsunuz?
Ben aslında yazmaya niyetli biri değildim ama Candaş Tolga Işık beni yüreklendirdi. Yazma konusu daha çok Can Bey’in (Can Yılmaz) ihtisas alanına girer ama ben de neticede kendimin yıllar öncesinde biriktirmiş olduğum hikayelerimi kaleme alma konusunda cesaretlendirildim arkadaşlarım tarafından. Onun için de böyle mütevazı bir işin içine girdim. Çok iddialı değilim ama çok güzel bir şeymiş yazmak.
Aktörlükten sonra yazarlık nasıl gidiyor? Nasıl tepkiler aldınız?
Benim asıl işim oyunculuk ama bu hobi olarak başladığımız yazarlık işi bazı yazarları rahatsız etti. Orhan Pamuk ülkeyi terk etti, “artık ben gidiyorum” dedi. Benim birinci kitabım çıktı. Bir anda 12 baskıya çıkınca Orhan Pamuk bir anda işi bıraktı. Can Hoca da bana diyor: “Sen artık bırak yazma” diye. “Niye?” diyorum. “Edebiyat dünyasında pasta zaten küçüktü, bir de sen çıktın başımıza.” diyor. Ben pastanın derdinde değilim. Kendi biriktirmiş olduğum hikayelerimin insanlar tarafından okunmasını istiyorum o kadar. Bir de o insanların tarihe geçmesi önemli. En azından yazılı anlamda. Çünkü bizden sonraki kuşak birçok kişiyi tanımıyor ama yazılı olarak kanıt olarak kalsın bütün derdim o. Çünkü yazılı olan bir şey biliyorsunuz kaybolmuyor. O anlamda değerli.
Sizin sayenizde tanımadığımız isimlerle de tanışıyoruz bizim için de çok kıymetli…
Benim de derdim oydu zaten. Yazdığım isimlerin birçoğu rahmetli olmuş insanlar. En azından o insanların hatırlanması akıllarda kalması en büyük amacım.
Arif V 216 ile büyük bir başarıya imza attınız. Nasıl değerlendiriyorsunuz? Eleştirenler de oldu, sosyal medyada da farklı konularla da gündeme geldiniz. Tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben tepkilerle ilgilenmiyorum. Çünkü neticede filme çok büyük emek verdik. Bir senede hazırlandık. Şu anda beş milyon sınırını geçmek üzere. Onun için de oldukça pahalı bir prodüksiyon. Türkiye şartlarında kolay kolay kimsenin cesaret edemeyeceği bir oyuncu kadrosu var. Dikkat edersiniz ki filmde en küçük rollerde oynayan isimlerin hepsi üzerine proje yapılabilecek çok kıymetli kadın ve erkek oyuncular. Zaten bir sinema filmini hayal edip tasarladıktan sonra onun kostümü, dekoru, oyuncuları ondan sonraki kısmı onu gerçekleştirme aşamasında ortaya çıkıyor. Mesela filmi, insanların tabii ki beğenip beğenmeme hakları vardır ama bu filme yani “Ayy çok kötü bir film.” diyenlerin bence ruh sağlıklarını gözden geçirmeleri gerekiyor. Kolay kolay böyle bir film yapılamaz Türkiye’de. Ben bizden başka kimsenin cesaret edebileceğini zannetmiyorum. Cem Yılmaz’dan başka. Onun için şöyle de düşünebilirdi: “Ben bu filme bu kadar masraf yapacağıma bunun ile herhangi bir gayrimenkule yatırım yaparım. Bir tane arazi alırım, tarla alırım, bir şey yaparım.” Ama böyle bir hayalin içine bizi de ortak ettiği için ben çok mutluyum. Çünkü Cem’in yaptığı sinema filmlerinin hepsi klasik olan sinema filmleri. Üzerinden yıllar geçse de her seyredişte yeni bir detay, yeni bir derinlik yakalıyorsunuz. “Ya ben bunu beş kere seyrettim, arkadaki arabanın plakası meğer ne komikmiş şimdi görüyorum” duygusu uyandırıyor. Bu da benim sevdiğim bir komedi tarzı. Charlie Chaplin, Peter Sellers’ın onların tarzında olduğu için hoşuma gidiyor. İzleyicinin de tepkisi çok güzel filme. Mesela bana bir karı koca İnstagram’dan bir fotoğraf gönderdi. Bizim filme otuz kez gitmişler. Biletleri var, tarih atmışlar üzerine. Otuz bilet vardı. Bir filme otuz kere gitmesi bir insanın benim için çok büyük bir mutluluk. Demek ki çok güzel bir iş yapmışız. Onun dışında başkalarının söyledikleri pek beni ilgilendirmiyor. Çünkü neticede bu işi insanlar sinema filmi görsün, mutlu olsunlar hem de Türkiye’deki sinema sektörüne bir katkısı olsun diye yapıyorsunuz. Ortada bir gişe savaşı falan kim kimi geçer derdimiz yok. Sadece biz kaliteli iş yapmaya çalışıyoruz.
Türk sineması son yıllarda çok güzel bir ivme kaydetti. Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz tiyatro sahnesinden geliyorsunuz. Türk filmlerinin başarılarını nasıl buluyorsunuz?
Türk sinemasında müthiş bir sinema filmi hastalığı var. Yani hayatında hiç yapımcılık yapmamış insanlar bile sinema filmi yapmaya başladı. Böyle olunca yabancı filmlerin Türkiye’deki sinemalarda vizyonda yer bulmaları zor oluyor. Çok fazla film var. Seksen, doksan tane film var. Hatta bazılarının önümüzdeki yıla kaldığını duydum. 2018’de çıkması gereken filmin vizyonda yer olmadığı için 2019’a ertelendiğini gördüm. Ama ne yazık ki yapılan tüm sinema filmlerindeki bazılarını tenzih ederek söylüyorum. Birçoğu ucuza mal edeyim para kazanayım derdinde olduğu için sinemalarda hüsrana uğradı. Ama bu sene görüldü ki, Türk sinemasında özellikle seyirciler komedi olsun başka kategorilerdeki filmler olsun büyük prodüksiyonlara emek verilmiş olan sinema filmlerine gidiyorlar. Mesela “Ayla”, “Aile Arasında”, bizim film… İnsanlar emek verilen büyük prodüksiyonlara itibar ediyorlar. Kendilerine değer verilmesini, saygı gösterilmesini istiyorlar. Zaten hayatında ilk defa yapımcılığı deneyenler de bir defa ağzının payını aldıktan sonra bir daha bu işlere soyunmuyor. Bırakalım herkes bir hevesini alsın. Kolay iş değil bir sinema filmini yapmak. En basit film üç milyona mal oluyor. Sonra parayı çıkaramayınca “battık gişede” oluyor.
Film senaryolarını Can ve Cem Yılmaz yazıyor.
Sürekli bir aradasınız. Anlaşmazlığa düştüğünüz noktalar oluyor mu?
Bizim uyuşamadığımız olmuyor. Bir tek Ozan Güven bizi rahatsız ediyor (Gülüyor). Altı ay senaryo üzerinde tek kelime laf etmiyor. Tam sete gidiyoruz “Ben bu lafı söylemek istemiyorum.” diyor. Arkadaşım nereden çıktı? İşin esprisi tabii. Biz birbirimizi işin iyi olması adına hem acımasızca eleştiririz hem de birbirimize destek veririz. Yüreğimizi ortaya koyarak çekeriz sinema filmini. Neticede bazı yerlerde çekim sırasında gelişen şeyler olur. Birisi enteresan bir laf eder “onu böyle değil öyle söylesen daha iyi olur” gibi… Eğer yönetim kurulumuzdan geçerse “Evet bu çok iyi.” dersek olur. Birbirimizi çok kolladığımız için yaptığımız işin çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Bu zamana kadar canlandırdığınız karakterler içerisinde en çok sevdiğiniz, benimsediğiniz karakter hangisiydi?
Ben hepsini çok seviyorum. Aylarca o karakterle uğraştığınız için neticede evladınız gibi oluyor. Sizden biri gibi oluyor. Bu yüzden hiçbirini ayırt etmiyorum ama Cem Yılmaz ile yaptığım sinema filmleri benim için çok kıymetli.
Hayatım boyunca 20 – 25 tane sinema filmi yapmışımdır ama onunla yaptığım sinema filmlerinin gözümde yeri çok farklı. Çünkü daha sadece isim aşamasından itibaren projenin içinde olduğumdan manevi anlamda farklı bir sorumluluk duyuyorum.
Yeni bir projeniz olacak mı? Dizi ya da sinema ile sizi ekranda görebilecek miyiz?
Yeni bir projemiz olacak tabii. Çok proje var ama zaman yok, şartlar uygun olduğu zaman yeni bir şey yapacağız tabii ki.
“Kaçma Birader” filmi de büyük beğeni toplayan filmlerinizden… İkincisi gelecekmiş gibi bir sonla bitti ama yeni filmi hazırlıklarınızda var mı?
Yok olmayacak.
Türkiye’deki oyuncuları nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz de oyunculuğun üstatlarındansınız…
Ben kendimi üstat olarak görmüyorum. Türkiye’de çok kaliteli oyuncular var; hem kadın hem erkek genç kuşaktan yaşlı kuşağa kadar. Türkiye’deki en büyük sorun, senaryo problemi. Çünkü herkes çok iyi senaryo yazamıyor maalesef. Halbuki, bu işin yüzde ellisinden fazlası senaryo. Eğer ortada iyi bir senaryo yoksa çok kaliteli oyuncuları bir araya getirseniz de ister dizi film ister sinema filmi olsun sonu hüsranla bitiyor. O yüzden en önemlisi senaryo. Yani hiç tanınmamış insanlarla çok başarılı bir senaryo ile çok mükemmel bir sinema filmi yapabilirsiniz. Eğer senaryo iyiyse çok başarılı bir sinema filmi yapabilirsiniz ama senaryo kötüyse kaliteli oyuncu kadrosu kurtaramaz maalesef.